logo

Yaşasın artık bizden de birileri çıktı!..

Yaşasın artık bizden de birileri çıktı!..

“Yolcudur Abbas, bağlasan durmaz” demişler ya hani… benimki de öyle. Resim sanatım sayesinde pek çok festival ve çalıştaya çağırıldım. Dünyada ve memleketimde pek çok yer gördüm, gezdim. Anlayış gösterdiği için sevgili eşim Hikmet’e ve bu yeteneği bana verdiği için Allah’a şükrediyorum…

Daha yeni düzenlediğim Çankırı çalıştayımdan dönmüştüm, bu kez yolculuğum Fethiye’ye. Sağ olsun Hiko’m hep yolcu eder ve karşılar…

Kızım Senem’in arabasında gidiyoruz. Hiko ona yabancı ya, hem gidiyoruz, hem kurcalıyor… Pat silecekler çalıştı… uğraşıyor, durduramıyor…  Gülmeye başladım “Klimadan iyidir” dedim. Çünkü bir keresinde yine böyle yeni aldığımız araba ile beni ağustos sıcağında karşılamıştı da, yolda klimayı bilemediğinden sıcak çalıştırmıştı. Eve gelene kadar haşlanmış patates gibi börtmüştüm…

Öyle bir düzenek olmalı ki, araca binince cep telefonunu bir kutuya hapsetmeden araç çalışmamalı. Sonra onun düzeneği ile düğmeye basarak konuşsun şoför telefonu ile, elinde oynayarak değil. Çünkü yemin ederim yol boyunca on arabadan altısının şoförü seyir halindeyken cep telefonu ile oynuyordu. Sonra gelsin kazalar… vah anam, vah yavrum!.. İşte öyle yaparsan “Sen konuşurken hayat susabilir…”

Kaptan Cousteau (Kusto)’nun sağ kolu olan dalgıç Andre Laban dünyada ilk deniz altında resim yapanmış. Ünlü su altı belgeselcimiz rahmetli Haluk Cecan bir gün Emekli Koramiral Ekmel Totrakan Paşa’ya demiş ki “Paşam hem dalgıçsın, hem ressamsın. Gel seni tanıştırayım mösyö Laban ile, su altında sen de resim yap.” Dediği gibi de yapmışlar. Su altından çıktıklarında Haluk Cecan bağırıyormuş “Yaşasın artık bizden de biri çıktı!..”

Bu yıl ikincisini yapıyoruz “Denizlerimiz ve Renklerimiz” resim çalıştayımızın. Proje gereği balık adamlar bize dalmayı öğretecek, su altında kurs verilecek, atölye çalışması ve sonunda resim sergisi yapılacak. Bu harika proje benim canım arkadaşım şair-ressam Mine Sarmış’a ait. Fethiye Deniz Ticaret Odası ise bize sponsor oluyor… Mine beş yıllık hayalini anlattığında Fethiye Deniz Ticaret Odası başkanı Şaban Arıkan ve çevresinden biz arkadaşları inandık, sahip çıktık. Geçtiğimiz yıl Totrakan paşa yol gösterdi, ilkini gerçekleştirdik..  O yıl Totrakan paşa “Denizin Adem’leri vardı, şimdi Havva’sı da oldu. Deniz altında dünyada ilk resim yapan kadın Mine’yi alkışlıyorum.” demişti. Bu yıl İstanbul Deniz Ticaret Odası başkan yardımcısı değerli kardeşim Mustafa Can ve çiçeği burnunda Fethiye Belediye Başkanı Alim Karaca da sahiplendi ve destek verdi. Alim başkan müthiş biri… Güzel projeleri var Fethiye için. Sanatçıya değer, sanata destek veriyor…

İran’dan Azerbaycan Türkü ünlü müzisyen, heykeltıraş ve müthiş ressam Vedut Moazzen, Nahçıvan’dan Ressamlar birliği başkanı-milletvekili Ulviyye Hamzayeva, Habibe Allahverdiyev, Murad Nurlu,Nahçıvan devlet televizyonundan Habib Allahverdiyev, Arzu Novruzov, Azerbaycan’dan Ramiz Abbasov, Macaristan’dan Özbek Türkü sinema-dizi film oyuncusu müthiş ressam Alim Adilov, Kazakistan’dan ünlü ressam Esengali Sadyrbayev, efe ressamı Mustafa Ali Kasap, Ayşen Can, Mine Sarmış ve ben olmak üzere altı ülkeden on üç sanatçı idik katılan…

Bu yıl konakladığımız gemi 37.5 metrelik lux gulet Prenses Selin idi. On dört odası var, banyolu tuvaletli dolaplı, bildiğin güzel bir otel odası… Sibel’in teknesi atölyemiz ve biri de dalma teknemiz olmak üzere üç tekne idi bize tahsis edilen…Sibel hanım her gün bizimle idi…  Ahcımız Volkan öyle mükemmel yemekler yapıyordu ki sanırsın  bayramda annene akşam yemeğine gitmişsin gibi, öyle lezzetli. Yandım yine ben, gelsin tatlı tatlı kilolar. Dayanamıyorum. Böyle lezzetli yemekler, bir de hazır gelince sofraya, hele bir de öyle sevdiğim arkadaşlarımla bir olunca, tabakları silip süpürüyorum. Eh sonrası İzmir’e dönünce malûm bir bedeli var bunun…  daha çok yürümek, daha çok açlık gibi… Kaptanımız Tugay, gemici Maryo ve Barış da bizimle idi…

Dokuz gün boyunca Fethiye’nin bakir koylarına demirledik. Yüzdük, resim yaptık, daldık…

Şimdi de size biraz da kamera arkasından söz edeyim mi?..

Adını demeyeyim bir sanatçı arkadaşım demir topuklu ayakkabı giymemiş ki havaalanında pasaporttan geçerken ötmesin diye… Ancak gür saçlarına yaptığı topuzu nerede ise bir kilo siyah demir toka ile tutturmuş… elbet sonuç yine düüüt… düt… neyse güzel yüzlü görüntüsünden ötürü saçlarını çözdürmemişler…

Hepimizi karşılayıp gemimize ulaştırdılar. Esengali’yi Dalaman havaalanından alan özel araç gemimizin dibine kadar getiremediğinden en yakın yerde indirerek “Yüz metre ileride gemi” diyerek yürümesini söylemiş… Bizim Esengali gitmiş beş yüz metre. Sonunda ulaştığı otel yabancı masaj yapan hatunlarla ünlü bir otel değil miymiş? Allahtan hemen gittik, aldık-geldik onu. Aynı gün facebookta bir paylaşım çıkmış karşısına bana gösteriyor… tam da ona uyan, fal gibi bir şey. Diyordu ki:

“Bilgi için evinden kim uzaklaşır, Allah cennete giden yolu ona kolaylaştırır…”

Esengali cenneti bulmuştu, ama biz bırakmadık…

Benim Nahçıvanlı üç oğlum var. Hepsi de çok iyi ressam olmalarının yanında müthiş esprili harika çocuklar. Benim çocuk dediğime bakmayın. Hepsi birer yetişkin ve aile babası…  Onlarla olduğumda çok eğleniyorum, çok gülüyoruz. Murad Nurlu Güzel Sanatlar Lisesi’nde müdür, Habib devlet televizyonunda çocuk tiyatrosu sahne ressamı ve Murad’ın okulunda öğretmen. Arzu’ya gelince, onu anlatmak yetmez… ancak onunla bir ortamda yaşamalısınız. Bir kere pırıl pırıl bir yüreği var. Arkadaşları ve ben onu çok seviyoruz. İşine aşık…  mükemmeli araması ise sıra dışı. Yani şöyle ki onu tek ayağını geminin burnundan halatına sıkıştırmış olarak aşağı sarkmış, denizi yara yara gitmesini çekerken de; olmadık tehlikeli yere tırmanmış olarak da; yerlere yatmış, aşağılara sarkmış olarak da görebilirsiniz. Bir gün  Mustafa Ali’nin saatine zumlayıp çekime başlamış. Bir başka kez de kamaranın yuvarlak penceresinden karşı gemiyi çekiyor…

 Bir gün çalışıyorum pat diye tam burnumun ucunda belirdi kamera ve yavaş yavaş uzaklaştı… Sonra tanıtım filminde burnumun ucunda çıkan hain sivilceden başlayıp dalmış resmimi yapan yüzümü gösteren görüntü ekrana geldi. Öyle ki cadı filmlerinde oynayan karakter sanırsınız. Ben onu görünce beni niye çirkin çektin diye Arzu’yakoşturdum. O ise  işin sanat kısmında “Yok çok gözeldir abla” diye beni kandırmaya çalışıyor… işte Arzu’muz böyle biri!.. Murad’ın da dediği gibi Arzu bizim balımız…

Ölüdeniz ve yamaç paraşütü atlayanları görmeye gidiyoruz. Babadağ’dan atlanıyor. 1500m. Yüksekliğe yarım saatlik bir tırmanışla ulaşıyorsunuz, sonra profesyonel  bir pilot eşliğinde atlama gerçekleşiyor ve  uçuş da yarım saat sürüyor. Müthiş olmalı… Fethiye kanatlarımın altında… İsteyenler atlayacak . (Ancak bir gün yağmurlu geçti, yapamadık ve kısmet olursa gelecek yıl yapmayı planladık) Bizim balımız Arzu ne demiştir sizce?  “Pilotsuz atlayabilir miyim?” 

Aynı anda dört mevsim yaşana bilinen bir yer Fethiye. Muhteşem ötesi bir güzel yer… Fethiye eski müftüsü “Ben şimdi cenneti nasıl anlatayım Fethiye’yi gördükten sonra”  demiş, tam da öyle işte!..

Muhteşem Kral kaya mezarları, Dünyadaki sayılı enerji merkezinden biri olan mistik bir yer Kayaköy, turkuaz rengi ile pırıl pırıl bir deniz, caretta kaplumbağalar…  Yemyeşil… temiz hava…  

Ramiz bilmediğimiz bir meyvenin tadını anlatıyor “Azerbaycan’da olan onu yiyende, denizin dibine dalıyorsun, gökyüzünde kanatlanıp uçuyorsun, rengarenk rüyalarda dans ediyorsun” Bir sanatçının tanımı işte böyle olur…

Sabah artık denize açılacağız, Mine bir geldi, boğazı şiş, ses kısık… “Hülya’m hasta oluyorum” dedi. Hemen Lela bir taraftan, ben bir taraftan, ne kadar ilaç varsa yanımızda, döktük yatağın ortasına. Neler yok ki!..  Baş ilacım vicks, ağrı kesici , antibiyotik, boğaz pastili, karanfil… Yatağın üstü oldu sana  mini bir eczane. Tam teşekküllü Cevat kelle tiplemesi gibi geziyoruz yemin ederim. Lela doktor olup seçti, ben hemşire Miye’ye içirdim, iyileşti…

Lela Geleishvili Gürcistan Tiflis Devlet Üniversitesinde  Profesör, eşi Prof. Levan Slagedze de aynı okulda resim bölümü başkanı. Tam on iki yıllık arkadaşlarım… hatta kardeşiz onlarla… Lela artık Türkçe’yi de öğrendi. Anlamadığı yeni kelime olursa hemen örneklemelerle anlatıyordum. Elbet öz Türkçe olanını… türediği kökü ve karşıtı ile birlikte. Süs-süslenmek, kara-siyah, kara-göz, karanlık- aydınlık gibi…

Esengali ve Alim de epey ilerlettiler Türkçelerini. Ama bu çalışmalar bizi yanlış söyleyiş ya da anlamalardan ötürü çok güldürüyordu . Alim Adilov Özbek, otuz yıldır Macaristan Budapeşte de yaşıyor. Harika bir ressam olmasının yanında sinema ve dizi film sanatçısı. Fakat Türkçe’yi unutmuş. Üç  yıl önce tatlı kardeşim Julianna Illes Major’un Macaristan Vonyarcvashegyi’de düzenlediği çalıştayda birlikte idik. Ancak o zaman Türkçe bilmiyordu ve bu kadar yakın olmamıştık. Ona yeniden anımsatmak istiyoruz. Sabah Mustafa Ali “Alim, sabah hayır” dedi. Alim söylemeye çalışıyor birden öfkelendim. Önce Mustafa Ali’ye “Neden Arapça öğretmeye çalışıyorsun? Alim onları unut. Günaydın de… bak ne güzel Türkçe… günaydın”  dedim. Alim’in kafası karıştı… kulaklarını kapattı…

Şimdi  Türkçe konuşa biliyor ve artık kardeşiz. Türkçe konuşamazsak birbirimizi anlayamayız. Türkçemize sahip çıkmalıyız…  

Ramiz sabah kahvaltıda hepimize çay servisi yapıyor ve diyor ki “Hülya abla, bir İzmir’de köfteci Ramiz var, bir de burda çaycı Ramiz… Şakacı…

Bu arada Mustafa Ali ad konusunda sık sık hataya düşüyor. İstanbul’dan ildeşim  Ayşen Can için diyor ki “Yaaa Hülya Aynur’a kaç gündür Gamze diyorum, nerden estiyse” diyor . Ayşen’e anlattım, dedi ki “ Hülya abla, işin kötüsü o günden beri herkes bana Aynur diyor”

Bir gün de Esengali için “Esengül nerde?” diye sordu… Ah Mustafa Ali… korkuyorum bir gün benim de adımı unutacaksın diye. Gerçi ben kardeşiyim. Benden öte sevgili eşi Filiz’e Aynur derse sakat!..

Mine annesinin yaptığı acılı salça, portakal reçeli, ayva reçeli ve bahçelerinden  meyve getirmiş. Sabah kahvaltıda salça sürmek istedim ekmeğime. Esengali’ye işaret ettim vermesi için. Esengali sandı ona “Ye” diyorum. Ekmeği ve bıçağı aldı tam sürecek, ben şaşkın bakarken yanımdan Lela anladı, şahin gibi kaptı salçayı bana verdi… Esengali bakakaldı…

Enver Yalçın Yörük müzesini ve sahilde Sarıkeçililer Yörük Çadırı müzesini  gezdik.  Enver bey konaklama yeri de olan müzesinde bir çalıştay istedi… Desteğe ihtiyacı var, böyle yok olmaya başlayan değerlerimizi özel müze ile yaşatmaya çalışan girişimcilerin. Korunmalı, devlet desteklemeli…

Murad telefonundan müzik çalıyor, sıradaki Ramiz’in olsun dedik. Bu sıralar bizdeki arabesk gibi anlamsız, acılı sözlerden oluşan şarkı furyası başlamış Azerbaycan’da da. Sözleri duydukça Ramiz saçını başını yoldu. Dinledikçe komik yorumlarda bulunduk… güldük… sonra Murad ile ikimiz kalktık Azerice o müzikle oynadık.

Şöyle idi o sözler:

Pazarda aldattı meni,

Göğden yere attı meni,

Fikri leme yahşi olar,

Deye deye aldattı meni,

Uşak tek oynattı beni…

Şaşkın kız hâlâ o uğursuzu sevip, bir de şarkı yazmış…

Fethiye’de sayısız cennet gibi bâkir koylar var. Acı olan o ki zengin bir zümre ve yabancılar sahiplenmiş, plajlarına ayak basmanıza bile izin vermiyorlar. Oysa benim bildiğim 300 metreye kadar sahil halkındı… Neyse, bir akşam öyle bir koy plaja çıkmak istedik. Akşam oluyor, zaten sezon bitmek üzere, ıssız görünüyor. Ne yapacaklar, en fazla “Gidin derler, gideriz”  dedik ve botla kıyıya çıktık. Kıyıda yürüdük, gezindik, derken iyice karardı hava. Bu arada fotoselli lambanın önünden geçtikçe yanıyor, biz umursamıyoruz.  Yağmur çiselemeye başladı. “Dönelim” dedik. Bot sekiz kişiden fazlasını almıyor. İki sefer yapacağız gemimize. Arzu’muz o havada bile çekim derdinde ”Hülya abla yürüyün” diye komut verdi. Murad’la biz yürüyoruz, o gece karanlığında… yağmur yağıyor, o çekim yapıyor.  Sonra ben hemen bota binip kaçtım, Murad kaldı. Döndükten sonra sordum “Ne yaptınız” diye yanıtladı “Bütün taşlara oturttu beni!”

Tembel Mustafa Ali burnumuzun dibi Ödemiş’ten getirmemiş sazını da, taa Bakü’den Vedut getirmiş. Her akşam türküler söyledik. Çaldık, oynadık. Benim gibi Türkü sevdalısı, eğitimsiz bir Hülya bu kadar büyük bir sanatçı ile birlikte söyledi ya… ölsem de gam yemem artık… Rüya gibiydi…

Vedut bir gün geç katıldı bize. Çünkü Bakü’de konseri vardı. Gelince sordum “Nasıldı konser kalabalık mıydı?” “Eh, fena değildi. Üç bin kişi kadar vardı” dedi…  Haksız mıyım?..

Vertigo hastalığımdan ötürü aklım kalsa, içim gitse de ben dalamadım. Gemide çalıştım. Ama diğer arkadaşlar profesyonel dalgıçlar eşliğinde tüplü daldılar. Çekimserliği olanlar… dalgıç elbisesini giydikten sonra “Abla ne yaptın sen bana!” diyenler sudan çıkmak istemediler. Dalıp, dalıp, çıktılar. Gemiden suya atladılar… Fakat hepsi de muhteşem resimler yaptılar su altında o zor şartlarda ve yarım saat kadar olan sürede… Acayip kıskandım… özendim…

Şimdi kimileri suyun üstü torbaya mı girdi de suyun altında resim yaptığımızı ille merak ediyorlardır ya anlatayım…

Bu sanatçı arkadaşlarımın hepsi kendini kanıtlamış, imza olmuş değerli sanatçılar. Bizim bunda sosyal bir amacımız var. Fethiye ve ülke tanıtımına katkıda bulunmak, “Mavi Vatan” dediğimiz denizlerimizin kirliliğine dikkat çekmek ve sahip çıkmak. Amacımıza da ulaştığımızı düşünüyorum. Geçen yıl yabancı tv. Kanallarında bile haber konusu olmuştuk. Çünkü böyle bir atölye çalışması ve sergi dünyada ilkti. Bu yıl Fethiye Kaymakamı Muzaffer Şahiner, Belediye başkanımız Alim Karaca’ da daldı ve su altında bir Atatürk portresi çalıştılar Mine ile birlikte. Sergimiz Muğla Valisi Esengül Civelek hanım yanında pek çok bürokrat, vakıf-dernek başkanları , kalabalık bir izleyici grubu ve medya eşliğinde açıldı. Çok ilgi gördü…  

Daha pek çok güzel anılar biriktirdim ama yerim dar!…

Hani derler ya hep “En büyük ikramiye size çıksa ne yapardınız ?” diye… bana sorsalar derdim ki:

Bir sanat köyü kursam. Ressamlar, heykeltraşlar, müzisyenler, şairler  toplansak… gündüzleri resim- heykel yapsak, yazsak… geceleri ateş yaksak, saz çalsak-türkü söylesek, şiir dillendirsek… güzel anılarımızı ansak… gülsek-gülsek-gülsek … Katılım için tek şartımız iyi insan olsa… İnsanca, kardeşce sevsek birbirimizi…

Kötülüklerden-kötülerden uzak olsak . Tertemiz bir dünya kursak…

Paylaşın:
Etiketler: » » » » »
#

SENDE YORUM YAZ