logo

Köprünün Hikayesi – Eski Galata…

Köprünün Hikayesi – Eski Galata…

İstanbul’daki köprülerin üstünden geçerken, her birinin öyküsü olduğunu biliyor muydunuz?  “petek parmaklıklı” diye tabir edilen, “Eski Galata” köprüsüdür. 

Sultan V.Mehmet Reşat‘ın yaptığı tarihi eser niteliğindeki Galata Köprüsü son günlerini şu sıralar Balat kıyılarında geçirmekte. Evet, yanaşmamış vapurlarıyla, binilmemiş yolcularıyla, edilmemiş muhabbetleriyle işte bir tarih böyle geçip gitti hayatımızdan…

İstanbul’daki köprülerin üstünden geçerken, bunların her birinin içli bir öyküsü olduğunu biliyor muydunuz? Bu köprülerden biri “petek parmaklıklı” diye tabir edilen, adıyla müsemma “Eski Galata” köprüsüdür. Günümüzde Balat – Eminönü arasında kalan, Sultan V.Mehmet Reşat tarafından bir Alman firmasına inşa ettirilerek 1912 senesinde hizmete açılıp sonraki yıllar şehrin kollektif belleğine kazınan, lakin şimdilerde Haliç’in içlerinde doğru çekilerek çürümeye terk edilmiş avize geçit…

Bu matuh köprünün inşası hakkında bazı bilgiler vermek gerekirse parçaların tamamı Almanya’da yapılmış. Almanya’dan gelen bu kümeler Haliç’in iç kesiminde, geniş düzlükte birleştirilip, daha sonra römorkörlerle Karaköy-Eminönü arasına çekilerek yerlerine monte edilmiş. 250 bin altın liraya mal olan ve iki yıl kadar süren çalışmalar sonrası, Sultan V.Mehmed Reşat’ın tahta çıkışının üçüncü yıldönümüne rastlayan 27 Nisan 1912 günü, büyük bir törenle hizmete açılmış.

Köprü’nün en görkemli yılları…

1980’li yılların ortalarında patlayan insan seliyle, fakir üniversitelilerin, gazetecilerin, köprü altı balıkçılarının, yazarların, çizerlerin, keşlerin, müzisyenlerin, foto muhabirlerinin, akademisyenlerin, kaçıkların diz dize, dip dibe oturup dertleştiği bazen bir sığınma, bazen de toplanma kampıydı sanki. Çaylar şekersiz içilmezdi, genellikle “eskiden” diyerek girilirdi bütün mevzulara. Havadaki koku nargile ve kömür, duyulan sesler dubaların gıcırtıları olurdu. Günlük gazete sayfaları çevrilir, dumanı üstünde içilen çaylarla beraber itiraflar, işkenceler, darbeciler konuşulurdu. Kemal Sunal filmlerinden Ferdi Tayfur şarkılarına, oradan da taverna müziklerine geçilirdi. Tüm bunlar olup biterken köprü altındaki keşmekeş yaşam, sorularla, sohbetlerle, şiirlerle, şarkılarla devam eder dururdu…

Hızla geçip giden seneler…

Mevzunun muhtevasını o yıllarda Üniversite okuyanlar daha iyi bilir aslında. Bir öğrenci için o köprünün altında çay içmenin tadı hep bir başkaydı. Köprü yerinde dursaydı halen aynı hisler yaşanır mıydı bilmem lakin geçenlerde o keşmekeşlik dolu yıllarda Üniversite okuyan Sebahattin Kayış isimli bir arkadaşımızın makalesine rastladım. Duygu dolu satırların çoğunu hatırlamıyorum fakat şimdi içime yer ettiği kadarıyla yazıyorum. “Evet 1983 yılında Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde okuyorken 1. sınıfta olmanın heyecanı ile arkadaşlarla haftanın bir kaç günü simitlerimizi alır, doğruca köprünün altına çay içmeye giderdik. Nargile içenlerle çok kısa sürede ahbap olmuştuk hatta onların nargile içme keyfini karakalem desen olarak çalışırdık, özellikle parmaklar ve marpuçun ağıza temas hali en çok çalıştığımız konulardı, hepsi genelde balıkçılar ve köprü esnafından olan sakinlerdi. Köprünün sallanması insana çok hoş duygular uyandırırdı. Vakit öylesine çabuk geçerdi ki eve dönüş saatim bir anda geliverirdi. saat 21.00’i geçmemeliydi. Zira köprünün hemen Eminönü tarafında sağ başından kalkan doksan dokuz numaralı belediye otobüsüne yetişmeliydim…” diyor Sebahattin bey.

Rastladığım bir başka makalede ise Taner Uğur isimli ağabeyimiz şu cümlelerle özetliyor durumu; “Eski Galata Köprüsü benim çocukluğumda ayrı bir yer tutar. Civata gıcırtıları ise hala kulaklarımda çınlar durur. Dubalar hafifçe sallardı köprüyü; ah ne keyifti gerçekten. Çocuk hafızamda ayrı bir yer etmişti köprü. Ne yazık ki her şey gibi onunda zamanı doldu ve bir kenara atılıverdi. Neyin kıymetini biliyoruz ki zaten? Bence her şey eğitimle alakalı. Eğer idarecilerimiz biraz olsun tarihle ilgili yapılara değer verirlerse eskimeye yüz tutmuş bu tip değerlerimizi koruruz.” diyordu.

Unutulmayan hatıralar…

Köprünün eski sakinlerinden Akın Kurtoğlu‘nun demesine bakılırsa o sıralar köprünün dubaları her dâim takırdardı. Üzerinden geçen her vasıtada bilhassa eklem yerlerindeki sac levhalar çangır-çungur sesler çıkarır, köprü sürekli bir titreşim geçirirdi. Karaköy sırtlarındaki binaların çatılarına raptedilen banka reklamları, yiyecek, sigorta, boya, bisküvi ve radyo reklamları da şu anda pek fark edilmeseler bile, akşam sekizden sonra hava iyice kararınca ışıldamaya başlardı ve bilhassa Kadıköy-Haydarpaşa yönünden gelen vapurlardaki gece vapuru yolcuların görsel bir şölen yaşatırlardı. Yanıp sönen, yürüyüp duran, sağdan sola, içten dışa hareketli rengârenk ışık oyunlarıyla bambaşka bir havassaya büründürürdü insanları. İş Bankası, Osmanlı bankası, Böhler kaynak elektrodları, DYO, Marshall, Eti, Ülker ve Besler bisküvileri, Fisk lastikleri, Güneş Sigorta, Piyale makarnaları, Güney Sanayi, Hayat Mecmuası, Freko ve Ankara gazozları, Altınyıldız kumaşları, Anapa Çocuk Bonmarşesi ve daha saymakla bitmeyen niceleri…

Bayezid Kulesi’nin ışıkları…

Akşam simitçileri, rıhtım durağında ağzına kadar dolu bekleyen troleybüsler, eski Leylandlar, Magiruslar, Büssingler ve bunların korna sesleri, motor tıkırtıları hep bir ağızdan Balat – Eminönü ve Karaköy’ün o kendine özgü atmosferine fon yaparak katkıda bulunurlardı bir bakıma. Bunlara denizden sık aralıklarla çalınan vapur sirenleri ile tiz çığlıklar benzeri martı sesleri eşlik eder, hatta arada bir Sirkeci’deki bir banliyö treninin davudî sireni bile derinlerden araya karışırdı. Vapurdan inilince, alacakaranlıkta kaynaşan kalabalıklar arasından yolunu bulmaya çalışan insanlar, diğer taraftan da yoğun bir balık ve yosun kokusu eşliğinde bu renkli ışıklar daima göz alıcıydı. Başınızı çevirip de eski İstanbul sırtlarına bakıldığında Bayezid Kulesi’nin üzerindeki ışıkların renginden ertesi günkü hava durumunu öğrenilirdi. Eğer yanan ışık “Yeşil” ise, ertesi günü yağmur var demekti. Yok eğer “Kırmızı” ise ertesi gün kar yağacağının habercisiydi. Yanan ışık “Sarı” olduğunda sise, “Mavi” olduğunda ise havanın açıklığına delâletti…

Köprü’nün trajik sonu…

Eski Galata Köprüsü, 1992’nin bahar aylarında altındaki restoranların birinde çıkan yangında ciddi zarar gördü. Ortasında derin bir göçük oluştu filan derken dubaları delinerek hızla su almaya başladı. Harap olan işletmelerin çoğu adeta hurdaya döndü. Köprünün doğu cephesinde oluşan 10-15 derecelik meyil ve bazı kesimlerinde konstrüksiyonun deforme olması, hatta dubaların tam olarak birbirlerine denk dahi gelmemeleri, birçok dubasının tamamıyla değiştirilmek durumunda kalınması, şeritlerinin azlığı gibi sebepler eski köprünün sonunu hazırladı. Sonrasında ise bu yıkıntıyla baş başa bırakılarak bir süre trafiğe kapatıldı. Oysa, periyodik bakımlara daha özen gösterilseydi ve vapur iskeleleri konusunda çeşitli alternatifler çok daha evvelden denenseydi, köprünün değişmesine dahi gerek kalmayacaktı. Kazadan sonra eski köprü bir daha günlük hayatımıza hiç girmedi. Haliç kıyılarına çekilip yerine yenisi yapıldıktan sonra da, köprüdeki o havassalı yaşam bir anda Beyoğlu’na kaydı ve Pera’yı tamamen değiştirdi. Ancak şu var ki yeni köprü hiç bir zaman o eskisinde aşina olduğumuz tadı veremedi…

Anılar yok artık burada..

Geçmişe gömüldüler tüm güzellikleri ile…

Petek parmaklıklı eski köprü sonraki dönemler tuhaf bir yeşile boyanarak tasarım, tiyatro, müzik türü etkinlikler için kullanıldı. Halen de bu tür etkinliklere ev sahipliği yapıyor. Ancak kimse o köprünün hatıralarını sürgüne yollayarak ya da rengini değiştirerek yok edemedi. Şimdilerde ne vakit Balat semtine uğrasam her baktığımda mazi canlanır, anılar depreşir. Görünür en büyük eksikliği ise yerinin Haliç’e doğru kaydırılmış olması. Öyle ki artık Karaköy’den gelirken karşımızda Yeni Cami’nin o eşsiz silüetini göremiyoruz. Her şey bir yana eski köprü daha bir güzeldi, altı bir alem üstü başka bir alemdi. Yanaşmış vapurlarıyla, yolcularıyla, balık tutan insanlarıyla, dertlileriyle, mutlularıyla inanılmaz bir renkti. Evet daha dardı, zor ayakta duruyordu lakin, şehrin merkezi görünümündeydi ve çok da zarifti. Bugün tamamen silinip gitti hayatımızdan, biriken anılarımız arasında bir kırıntı olarak kaldı…

Köprü’nün bir başka sakinlerinden Ersin Temürcü’nün ifadeleri ise oldukça çarpıcı ve içten. Temürcü, “Köprü şu sıralar yalnızlığı ile baş başa. Tam da kendine uygun yer olan Balat açıklarında, kapısı kalın asma kilitlerle kapalı vaziyette ve kaderini beklemekte. Şimdi ki hâli bana 1991 yılında vizyona giren ‘Köprü Üstü Aşıkları’ filmini anımsatır. Hep hayalimdedir birgün bir sevgilim olduğunda onu bu köprüye getirerek, korkuluklarına kollarımızı yaslayıp şehri izlemek. İnsan başka nasıl bir şahit ister ki?” diyor.

Haliç’in Karaköy-Eminönü arasındaki ilk üç ahşap köprüsünden sonraki bu ikinci demir köprüsü hizmete açıldığı 1912’den, altındaki bir restoranda prizde unutulan elektrik ocağının kızması sonucu çıktığı sanılan yangında elden çıktığı 1992’ye kadar tam 80 yıl hizmet etti. Kazayla ilgili o günden bugüne ortaya çeşitli iddialar atılsa da yangının nedeni hiçbir zaman anlaşılamadı. Sultan V.Mehmet Reşat’ın yaptığı tarihi eser niteliğindeki köprü son günlerini şu sıralar Balat kıyılarında geçirmekte. Evet, yanaşmamış vapurlarıyla, binilmemiş yolcularıyla, edilmemiş muhabbetleriyle, tutulmamış balıklarıyla işte bir tarih böyle geçip gitti hayatımızdan…

Yazı/Araştırma

B.Ergin Borobey

itvhaber/istanbulajansi.com

Paylaşın:
Etiketler: » » » » » » » » » »
#

SENDE YORUM YAZ